30 Eylül 2012 Pazar

216 Totti



Francesco Totti bu hafta içi oynanan Roma-Sampdoria mücadelesinde attığı gol ile İtalya Ligi Serie A’nın en fazla gol atanlar listesinde 3.sıraya yükseldi. Roma formasıyla ligde 216.Golüne imza atan Totti 3.sıradaki Guiseppe Meazza ve Jose Altafini’yi de yakalamış oldu. Döneminin en iyi oyuncuları arasında olan ve şu anda bile Roma takımının kaptanlığını yapan yaşayan efsane Francesco Totti’yi futbolculuğu, kişiliği ve herşeyden önemlisi Roma şehri ile arasındaki bağları biraz tanıyalım istedim.

1976 yılının 27 Eylül günü Roma sokaklarında Dünya’ya gelen Totti, çocukluk yıllarında sürekli olarak tribünden desteklediği ve taraftarı olduğu kulüp Roma’nın 17 yaşındayken altyapısına geldi. 1992 yılında Roma formasıyla Serie A’da ilk resmi maçına çıkan yıldız oyuncu, 20 yıl önce o gün giydiği Roma formasını hiçbir zaman çıkarmadı. Attığı goller, yaptığı asistler ve oynadığı güzel futbol bir yana Roma takımına olan müthiş bağlılığı taraftarların gözünde onu bir numara yapan yegane etken oldu. Roma’nın sadece bir futbolcusu olarak kalmayıp aynı zamanda da müthiş bir Roma taraftarı olması, Totti-Roma takımı ve Roma halkı arasındaki ilişkileri her geçen gün güçlendirdi. Roma’da Altın Çocuk, Roma’nın Kral’ı ve Gladyatör gibi birbirinden farklı lakaplarla anılan Totti Roma formasıyla 650 maçta forma giydi ve tam olarak Santrafor olmasa da 270’den fazla gole imzasını attı.

20 yılı aşkın bir süredir giydiği Roma formasıyla Totti’nin sadece bir Şampiyonluğu bulunuyor. 6 kez ikincilik görmesine rağmen, Totti’nin yaşadığı tek şampiyonluk 2001 senesinde Fabio Capello önderliğinde altın çağını yaşayan efsane Roma takımıyla gelmişti. Özellikle o şampiyonluktan sonra bir çok Roma futbolcusu daha büyük Avrupa kulüplerine transfer olurken, o takımın belki de en iyi oyuncusu olan ve değeri her geçen gün artan ismi Francesco Totti gönülden bağlı olduğu takımını ve şehrini asla terk etmedi. Futbolunu her geçen gün geliştiren ve her sene daha da olgunlaşan Totti neredeyse 32-33 yaşına kadar yaz ayları transfer piyasasının hep zirvesinde yer aldı. Neyse ki Roma taraftarının her zaman çekindiği bu hadise asla gerçekleşmedi. Roma’nın çok kötü gittiği zamanlarda bile Totti daha büyük bir kulübe transfer olmadı. Transfer olmaması belki de Totti için daha büyük bir kulübün bulunmadığının ve en büyük kulübün Roma olduğunun en güzel kanıtıydı.

Roma’nın bütün rekorlarını çoktandır elinde bulunduran Totti, birçok sene başarısız bir grafik çizen bir kulüpte olmasına ve tam olarak bir forvet olmamasına rağmen bu hafta attığı 216.gol ile en çok gol atanlar listesinde üçüncü sıraya yükseldi. Kariyerinin son günlerini geçiren Totti’nin , attığı 274 golle listenin 1.sırasında bulunan Silvio Piola’yı geçmesi bir hayli zor gözüküyor ancak hemen 2.sıradaki Gunnar Nordahl’la arasında sadece 9 gol bulunuyor ve onu geçeceği neredeyse kesin gibi.


Francesco Totti’nin Roma şehri için anlamı herşeyin üzerindedir ancak onun Dünya Futbol’u için de çok büyük bir anlamı var. Bir futbolcunun başladığı kulüpte devam edip asla başka bir kulübe transfer olmaması ve profesyonel bir futbolcu olmaktan ziyade bazen bir taraftar olarak düşünüp karar vermesi futbolun geldiği en değerli aşamalardan biridir. Bu sebeptendir ki Roma taraftarının Roma’ya katkılarından dolayı Totti’nin heykelini dikmeleri gerekiyorsa, bizlerin de Totti gibi futbolcuların, futbolu bu derece değerli ve anlamlı kıldıkları için herkelini dikmemiz gerekir.

27 Eylül 2012 Perşembe

Değişen Statüsüyle Türkiye Kupası



                     
62-63 sezonunda başlayan Türkiye kupası serüveni çeşitli format değişiklikleriyle günümüze kadar geldi. Belki de bu değişiklerden en akıllıcası bu sezon yaşandı. Bölgesel Amatör takımlarının da katılmasını sağlayan bu format ilk bakışta sempatik ve bir o kadar da yararlı bir uygulama olarak dikkat çekiyor. Ancak grup aşamalarının tekrardan uygulanacak olması madalyonun diğer yüzü olarak maalesef ki olumlu yönlerin ömrünü bir anlamda kısaltmaktadır.

Grup müsabakalarının oynanması düşük seviye takımların tutunmalarını ve de kupayı ciddiye almalarını ne yazık ki engellemektedir. Öyle ki o seviyeye kadar çıkabilmeleri bile bir sürprizken, devamında kayboluş olan bu zorlu yola çıkmalarını kimse bekleyemez. Çünkü kendilerinden çok üstte olan takımlara karşı alınabilecek galibiyet bir nebze olsun olasılık dahilindeyken, bu şansın iki maç daha devam etmesi pek de mümkün değildir. Her seviyeden takımları turnuvaya dahil etmek dolayısıyla katılımcı sayısını arttırmak ancak bahsettiğimiz eksikliklerin giderilmesiyle pozitif bir adım olabilir.


Grup aşamasından vazgeçerek tek maçlı eleme usulüne geçilmesi, atılması gereken ikinci adımdır ancak son bir adım daha vardır ki o da en güzel örneğini İngiltere FA Cup ‘da gördüğümüz, seribaşının olmadığı eşleşme sistemidir. Bu sistem sayesinde büyük takımlar birbirleriyle daha ilk turlardan bile eşleşebilir dolayısıyla “küçük” takımlar daha üst seviyelere çıkabilirler. Küçük takımlar adına tur atlamanın daha rahat olacağı bu sistem sayesinde kupa sadece büyük takımların prestij aradığı bir oluşum olmaktan çıkıp amatör takımlar için bir heyecan, mutluluk kaynağı olacaktır.


Bu unvana sahip turnuvaların amacının “tabana” yayılmak olması gerekmektedir. Futbolu ülke genelinde bir statüye kavuşturmak, küçük takımlara bir amaç vermek futbolun çehresinin değiştirerek belki de hep istediğimiz seviyeye çıkmamızı sağlayacaktır. Her takıma eşit yaklaşımda bulunmak tabi ki de farkı kapatmayacaktır ancak futbolseverlerin şehirlerinin takımlarını benimsemelerini sağlayabilecektir. Ülkenin kupası tüm bu faktörleri bünyesinde bulundurması gereken bir oluşumdur. 

25 Eylül 2012 Salı

Süper Lig 5.Hafta


HAFTANIN TAKIMI : SİVASSPOR

Sivasspor bu hafta oynadığı Kasımpaşa maçını 1-0’lık sonuçla kazandı. Geçen seneden beri klasik Sivasspor dışında yükselen grafiğini devam ettireceğinin sinyallerini verdi. Oynanan pozitif futbol ve yeni transferlerinin yüksek katkılarıyla seneye fırtına gibi başlayan Kasımpaşa karşısında onları galibiyete taşıdı.

HAFTANIN KAYDA DEĞER TAKIMI : KAYSERİSPOR

Her sezona büyük yatırımlar yapıp yüksek beklentilerle başlayan Kayserispor bu sezona tarihinin en kötü girişlerinden birini yaparak başlamıştı. İddialı bir Eskişehir karşısında rakibinin hatalarını iyi değerlendirerek, 2-0’dan maç dönmesine rağmen mücadeleyi bırakmayarak ilk galibiyetini elde etti ve yeni bir sayfa açtı.

HAFTANIN OLAYI : Metin Diyadin’in Görevine Son Verilmesi

İki sezon önce Orduspor’u Süper Lig’e çıkardıktan sonra kovulan Metin Hoca Kasımpaşa başında çalkantılı bir şekilde de olsa takımın başında sezona başladı ve kimsenin beklemediği kadar iyi bir performans gösterdi. Sivasspor maçından sonra görevine son verildi ve bunun sebepleri açıklanmadı. Henüz ligin başı olmasına rağmen ve takım iyi giderken böylesine bir ayrılıkla ilgili herhangi bir şeyin söylenmemesi büyük düşünen bir camiaya pek de yakışmayan bir hareket olarak haftaya damgasını vurdu.

HAFTANIN  GOLÜ : Orhan Gülle - Gaziantepspor
AVRUPA FUTBOLU’NDA HAFTAYA GENEL BAKIŞ :

İngiltere’de iki büyük maç olmasına rağmen haftaya damgasını futbol dışı bir sebep, hakem Mark Halsey’in yaptığı hatalar vurdu. Almanya’da B.Dortmund 31 maç sonra ilk kez kaybederken Bayern Münih ve Frankfurt yollarına kayıpsız devam ettiler. İtalya’da Milan depremi devam ederken, Juventus 4’te 4 yazarak geçen seneki performansını devam ettireceğini gösterdi. İspanya’nın devleri Real Madrid ve Barcelona zorlandıkları karşılaşmalarda rakiplerini 2-0’lık sonuçlarla yenerek genellikle puan kaybı yaşadıkları Şampiyonlar Ligi dönüşü maçlarını da kazanmış oldular.

Avrupa’nın Başlıca Liglerinde bu hafta oluşan gol krallığı şu şekilde;
İbrahimoviç        7
Messi                 6
Van Persie         5

HAFTANIN KARESİ :




23 Eylül 2012 Pazar

Fiyat - Performans


2012-2013 sezonu için transferlerin sonlanması ve futbolcuların kazandıkları maaşların netleşmesiyle "Kim kaç para kazanıyor ve futbolcular aldıkları paraları hak ediyorlar mı ? " tartışmaları boy göstermeye başladı. Özellikle İspanyol medyası sürekli olarak bu konunun peşinde koşmakta. Geçen haftalarda yaptığı "Mutsuzum" açıklamasıyla gündemin bir numaralı konusu olan Cristiano Ronaldo’nun mutsuzluk sebebini İspanyol medyasından pek çok isim aldığı maaşa bağlamıştı. Aynı şekilde bu hafta Barcelona başkanı Sandra Rossell’in 2016’ya kadar sözleşmesi bulunan Messi’nin kontratını şimdiden uzatmamak sorumsuzluk olur açıklaması yine medya tarafından "Messi zam mı istiyor ?" şeklinde lanse edilmişti. Medya bu konunun üstüne gitmekte pek de haksız değil aslında. Zira Dünya Futbol’unun zirvesindeki bu iki ismin kazandıkları paralar bakımından listede geri sıralarda olmaları bu tarz tartışmaların haklı gerekçesi konumunda.


Dünya futbolunun bugün geldiği noktada kazanılan paralarla oynanılan futbol arasında açık bir tutarsızlık olduğu da ortada. Arap sermayesi başta olmak üzere Rus, Çin ve Amerika’lı yatırımcıların futbola bir hayli ilgi göstermeleri futbolun endüstriyelleşmesini hat safaya çıkardığı gibi, bu tarz fiyat-performans tutarsızlıklarına da yol açıyor. Futbolun her kademesinde bu durumun örneklerini rahatlıkla görebiliyoruz. Futbolun zirvesinde Messi, Ronaldo veya İniesta gibi isimleri görürken en çok maaş alan futbolculara baktığımızda bu isimler zirveye bir hayli uzak kalıyorlar.

Biz de bu durumu daha iyi anlatmak için -sadece aldıkları maaş bakımından- Dünya’da En Çok Kazanan 10 futbolcu ve bu futbolcularla ilgili değerlendirmemizi içeren bir  liste çıkardık.

1-) Samuel Eto’o - 20 Milyon €

Samuel Eto’o futbolunun en verimli yıllarında Rusya’nın Anzhi takımına transfer olarak transfer piyasasında büyük bir sürprize imza atmıştı. Yıllık kazancı neredeyse bonservis bedeline eş olan yıldız oyuncu Rusya’da attığı gollerden çok kazandığı paralarla konuşulduğu kesin. Şu anda dünyanın en çok kazanan futbolcusu konumunda olan Eto’o’nun aldığı maaş göz önünde bulundurulunca kariyerinin en iyi zamanlarında neden daha az prestijli bir takıma gittiğini görmek zor değil.

2-) Zlatan İbrahimoviç – 14.5 Milyon  €

İbrahimoviç kuşkusuz dünya futboluna gelmiş ender golcülerden biri. Şu anda da rahatlıkla en iyi birkaç forvet arasında sayabiliriz onu. Ancak o da tıpkı Eto’o gibi kariyerinin en verimli zamanlarında daha iyi takımlarda oynamak varken nispeten düşük prestijli bir ligi seçenlerden. PSG’nin arap fonu ve yapılanmasıyla uzun vade de takımına büyük bir kupa kazandırabilir ama kazandırmasa da yıllık aldığı 14.5 Milyon Euro’luk ücret ona yeter de artar bile.

3-) Rooney – 13.8 Milyon €

Bulunduğu takım, kazandığı para ve oynadığı futbol açısından en dengeli grafiğe sahip oyunculardan biri Wayne Rooney. ManU’nun en değerli oyuncu konumunda ve futboluyla da göz dolduruyor. Kazandığı paraya da söyleyecek pek birşey yok.

4-) Yaya Toure – 13 Milyon €

Manchester City’nin Arap Milyarderlerce satın alınmasıyla yenilenen kadroda en öne çıkan isim. Barcelona kariyerine nazaran M.City’de üstlendiği rol bambaşka. Takımının yıllar sonra kazanılan şampiyonlukta en önemli pay sahibi. Yine de M.City’de değil de ManU, Barcelona veya Real Madrid’de top koştursa ve yine aynı güzel futbolunu oynasaydı bu paraları kazanırmıydı bilinmez.

5-) Aguero – 12.5 Milyon €

Yaşı ve futbolu itibariyle kazandığı para ve oynadığı futbolu tablosunda bir tutarsızlık görülmeyen isimlerden. Bir başka takımda da bu paraları kazanabileceğini söylemek mümkün tabi M.City’de oynuyor olmasıyla onun bu listede birkaç basamak fazladan yükseldiğini söylemek yanlış olmaz.

6-) Drogba – 12 Milyon €

Yaşını, oynadığı futbolu ve takımını değerlendirince onu listenin bu sıralarında görmek fazlasıyla şaşıtıcı bizim için. Kariyerinin son döneminde tamamen iş amaçlı bir tercih olarak gözüküyor Çin tercihi. Aynı şekilde Çinliler için de Drogba’ya verilen bu paralardan beklentiler tabiki futbolla sınırlı değil. Takıma popülerlik kazandırdığı ve flaş bir transfer olarak Çin medyasının önünde olduğu sürece arasıra da gol atarsa Shanghai takımının beklentilerini karşılamış olur.

7-) Torres – 10.8 Milyon €

Aslında bu para 2 yıl önce Liverpool’da fırtına gibi esen Torres’in maaşını göstermekte futbol olarak. Özellikle geçen sezon bir hayli tartışılan ancak senenin sonlarına doğru nispeten toparlayan yıldız oyuncu, futbolunu daha ileriye götüremezse aldığı bu para, bir transfer ücreti olarak kalmaya devam eder.

8-) Conca – 10.6 Milyon €

Yine kariyerinin son zamanlarında Brezilya’dan Çin’e direk uçuş yapanlardan bir isim Dario Conca. Pek çok futbolseverin adını bile duymadığı bu ismin listenin 8.sırasında olması listedeki tutarsızlığın en güzel göstergesi aslında.

9-) Messi – 10.5 Milyon €

Listenin 9.sırasına geldiğimizde Lionel Messi ismini ancak duyabiliyoruz. Futbolu ve takımı hakkında konuşmaya dahi gerek yok. Bu listede 9.sırada kendine yer bulan Messi’nin heralde kalan bütün listelerde 1.sırada olduğunu görmek durumu anlatmaya yetecektir.

10-) Ronaldo – 10 Milyon €

Tıpkı Messi gibi o da futbolu ve takımı açısından tartışılmayacak isimlerden. Mutsuzluğunun sebebi kazandığı para mıdır bilinmez ancak Ronaldo’nun pek çok meslektaşı gibi sermayesi olan düşün prestijli bir takıma transfer olmasıyla kazanabileceği parayı da hiçbir futbolcu rüyasında dahi göremez.

Bu liste acı bir tabloyu gözler önüne seriyor. Fifa’nın bu tutarsızlıkları engellemek konusunda yaptığı atılımlar iyi gelişmeler olarak gözüküyor. Umarız ki Fifa’nın ekonomik fair-play adı altındaki çalışma ve olası yaptırımları güzel sonuçlar verir ve bu gibi tutarsızlıkların önüne geçilmiş olur.

21 Eylül 2012 Cuma

Asıl Mesele ?



Geçtiğimiz günlerde LigTV ‘nin konuğu olan Aykut Kocaman ‘ın en ciddi planı ve hedefi olarak gösterdiği husus koşu mesafeleriydi. Bu konuda sadece Fenerbahçe ‘nin değil tüm takımlarımızın Avrupa takımlarının çok çok altında olduğuna dikkat çekti. Koşu mesafelerinin artmasının takımın direncini ve de oyuna tutunma ihtimalini arttıracağını düşündüğümüzde bu istatistiğin önemi artmaktadır ancak hiçbir unsuru tek başına düşünmemek de lazım.

Takımlarımızın Avrupa Sahnesine çıktığı bu haftada iki temsilcimiz de rakipleri kadar mesafe kat edebildi. Manchester United ‘ın Marsilya ‘ya nazaran çok daha kaliteli olduğu söylemek gerçekdışı olmayacaktır. Fenerbahçe ve Galatasaray ‘ın da neredeyse eşit kalitede olduklarını düşündüğümüzde matematiksel açıdan ilk akla gelenler, hayata geçenlerden oldukça uzakta. Galatasaray, Manchester United karşısında başa baş ve hatta yer yer üstün bir performans sergilerken; Fenerbahçe hemen hemen aynı performansı göstermesine rağmen gerek taktiksel hatalardan gerekse şanssızlıklardan kaynaklanan düşüşlere engel olamadı.  Belki de bu durumun sebebi üst düzey koşu mesafelerinin zaten her takımda bulunması gereken bir özellik olduğunu unutup bu konuya yoğunlaşırken diğer bütün unsurların göz ardı edilmesiydi.


Bu konuya biraz daha detaylı baktığımızda Avrupa ‘nın hiçbir yerinde sözü edilmeyen bu hususun ülkemizde hayati önem taşıması neden bir gömlek altta olduğumuzu göstermektedir. Onlardan biri olduğumuzu düşündüğümüz Avrupa takımlarının tartışma konuları takım kimyası, oyun felsefesi gibi daha ince başlıklarken bizim gündemimizde mesafelerin artmasının olması hayalini kurduğumuz noktaya ulaşmak için daha çok uzakta olduğumuzu gözler önüne sermektedir. Tabi ki çok koşmak çok önemlidir ancak sahaya 11 oyuncunun çıkacağının kesinliği kadar kesin olmadır zaten bu özellik. Hocaların bu durumu değiştirmeye çalışmalarının doğallığı bilmekle beraber ligimizin kalitesizliğinin de tam olarak aynı konudan kaynaklandığını fark etmekte yarar var.


Olaya, ligimize gelen kaliteli oyuncuların gözünden, özellikle mücadelenin merkezi olan orta saha oyuncularının gözünden baktığımızda bu durum tam bir “hayal kırıklığı” niteliği taşımaktadır. Avrupa ‘nın en köklü kulüplerinden birine geldiğini düşünen, muhteşem bir şölenle karşılanan ve taraftarı karşısına çıkan bu isimler antrenmana çıktıklarında bu eksiklikle karşılaşmaktadırlar. En yakın örneği olarak Raul Meireles ‘i verebiliriz. Mevkisinde en mücadeleci oyuncular arasında gösterilen bu isim daha geleli birkaç gün olmuşken böylesine temel bir problemi görünce nasıl adapte olabilir ki diye düşünmemiz hiç de şaşırtıcı değildir.  Bu şartlar altında neden genellikle forvet oyuncularının uyum sürecini daha çabuk atladıklarını rahat kavrayabiliriz. Ne de olsa onların işi gol atmak, orta saha oyuncularının işi ise “koşmak”tır.

Bu seneki Avrupa maceramızın ilk haftasında Galatasaray, bu geri kalmışlığımızı yenebilme sinyalleri verdi. Dileriz ki bu durum, rakibin Manchester United olmasının sağladı ekstra motiveden kaynaklanmamaktadır. Fenerbahçe çephesinde ise olumluluk sınırlarımız çok aşırı zorladığımızda idare edebilecek bir senaryoyla karşılaşabiliriz.

18 Eylül 2012 Salı

Süper Lig 4.Hafta


HAFTANIN TAKIMI : Galatasaray


Galatasaray Süper Lig’in hem fiziksel hem de zihinsel açıdan şu andaki en hazır takımı olduğunu net bir şekilde gösterdi. Antalyaspor deplasmanından M.United maçı öncesi olması itibariyle olası bir puan kaybı kimseyi şaşırtmazdı ancak alınan 4-0’lık net galibiyet morallerin yükselmesini sağladı. Oyun olarak hala eksikleri olmasına rağmen yıldız oyuncularının gol ve pozisyon bulmadaki bireysel katkılarıyla kalite farkını ortaya koydu. Burak Yılmaz, Amrabat ve Umut gibi yeni transferlerin golle buluşmaları da taraftarı sevindirdi.

HAFTANIN KAYDA DEĞER TAKIMI : Kasımpaşa


Kasımpaşa takımı, yapılan ciddi yatırımların meyvelerini erkenden toplamaya başladı. İlk haftadaki Galatasaray mağlubiyeti dışında puan kaybı yaşamayan Kasımpaşa bir anlamda bu sezon iddialı olduğunu gösterdi. Diğer yandan 2 sene önce Orduspor’u Süper Lig’e çıkardıktan sonra görevinden alınan Metin Diyadin Kasımpaşa başında neler yapabileceğini de gösterdi.

HAFTANIN OLAYI : Alex de Souza’nın Heykel Açılışı

Bu hafta Fenerbahçe’nin yıldız oyuncusu Alex de Souza’nın heykeli açıldı. Fenerbahçe’li taraftarların büyük destek verdiği törende Alex de Souza yaptığı konuşma sırasında göz yaşlarına hakim olamadı. Bir oyuncunun hem de hala oynarken heykelinin dikilmesi ülkemizde pek de alışık olduğumuz bir durum değil. Alex de Souza’nın taraftarlarca Lefter’in hemen yanında ölümsüzleştirilmesi bu haftaya damgasını vuran olay oldu.  

HAFTANIN GOLÜ : Burak Yılmaz – Galatasaray


AVRUPA FUTBOLU’NDA HAFTAYA GENEL BAKIŞ


İspanya Ligi’nde Barcelona, Real Madrid’in yine puan kaybetmesiyle en büyük rakibiyle arasındaki puan farkını daha 4.haftadan 8’e çıkardı. Fransa Ligi’ne fırtına gibi giren Marsilya 5.galibiyetini aldı. İtalya Ligi’nde Milan son 80 yılın en kötü başlangıcını yaparak haftaya damgasını vuran ekip oldu. İngiltere’de Liverpool hala galibiyete ulaşamazken bu haftanın sonunda Avrupa’nın başlıca liglerinde oluşan gol krallığı şu şekilde oluştu.

Lionel Messi        6
İbrahimovic          5
Robin van Persie  4

HAFTANIN KARESİ


13 Eylül 2012 Perşembe

Yeni Milli Takım


Türkiye A Milli futbol takımı 2014 Dünya Kupası elemelerine Hollanda ve Estonya maçlarıyla  başlangıç yaptı. Grubun en zor maçında Hollanda deplasmanında mağlup olan milli takım, içerde Estonya'yı rahat geçti.

Hollanda maçında hücumu arzulayan ve galibiyet için oynayan bir takım vardı ancak basit bir şekilde yine duran toptan yenilen bir gol maçın özellikle psikolojik gidişatını değiştirdi. Hollanda'dan maç boyunca daha fazla gol posizyonuna giren milli takım galibiyete yakın olan taraf olmasına rağmen tecrübeli rakibi karşısında bunu elde edemedi. Maçın daha 80. dakikalarında Hollanda gibi üst düzey bir takımın kendi sahasında vakit geçirme ve oyunu soğutma çabaları oyunda kimin üstün taraf olduğunu açıkça göstermekteydi. Tabi bunda beklediğimizden daha zayıf bir Hollanda bulmamızın da etkisi var. Özellikle savunmada hala büyük zaafiyetleri bulunan Hollanda'nın gol yemeden maçı bitirmesi de onlar için büyük şans oldu. İkinci  karşılaşma puan kaybına tahammülü olunmayan bir maçtı. Estonya karşısında taraftar desteğiyle maça tabiki önde başlayan milli takım kapalı savunmaları açma konusundaki zaafiyetini gösterdi. İlk yarının sonlarına doğru gelen kırmızı kart maçı milli takım için bir hayli rahatlattı ve galibiyet geldi.

Maçları taktik olarak incelersek, Hollanda maçına tek forvet ve kalabalık orta saha ile çıkan Abdullah Avcı doğru bir taktik seçimi yapmıştı. Kanatları Tunay ve Sercan'la canlı tutup kontre atak şansını da elinde bulunduruyordu. Bir takım şanssızlıklar ve kaçan goller sonucu skora ortak olamadık. 70. dakikadan itibaren oyundaki etkinliği azalan milli takıma daha hücumcu takviyelerde bulunulabilirdi. Estonya maçında ise beklenildiği gibi çift forvet ve hücüma dönük bir kadro seçimi göze çarptı. Ancak Umut-Burak ikilisinin kapalı savunmalara karşı çok doğru bir seçim olduğu söylenemez. İşte burda Selçuk İnan polemiğine bir parantez açmak zorundayım. Hollanda maçında Selçuk'un oynamaması o kadar da yanlış bir hamle değildi ama Estonya gibi kapalı bir savunmaya sahip ve ancak delici ara paslar veya bireysel yetenekleri bulunan yaratıcı forvetlerle delinebilen takıma karşı kesinlikle sahada olmalıydı. Türkiye sınırlarında henüz bu tarz bir forvet oyuncusu olmadığından en önemli hücum şansımız olan ara pasları en iyi yapan Selçuk'un eksikliği gol yollarını da zayıflattı. Ancak Kırmızı kart sayesinde zayıflayan rakibi nispeten erken bulunan bir golle mağlup etti milli takım. 



Genel olarak başarılı ve oyun olarak da positif ışıklar saçan bir milli takım izledik bu iki maçta. Hücum anlamında bir hayli başarılı olsak da savunma anlamında büyük sorunlar göze çarpıyor. Volkan-Egemen-Hasan Ali- Gökhan ve Mehmet Topal'ın Fenerbahçe'de iyi bir uyum sağlayıp bunu milli takıma yansıtmaları çok önemli özellikle de ilerleyen maçlarda milli takımın savunma kanadını bu isimlerin oluşturacağını düşünürsek.

Grupta birincilik şansını çok yüksek görmüyorum ama Hollanda'nın da pek parlak bir oyun sergilediği söylenemez yine de 10 da 10 yaparlarsa pek şaşırmam. Daha gerçekçi hedef olan ikincilik için Romanya ve Macaristan'a karşı oynanacak maçlar fazlasıyla önemli. Özellikle Romanya'nın iki kolay rakipleri karşısında aldığı gollü galibiyetler onları fazlasıyla motive etmiş durumda. Hem Milli takım hem de Abdullah Avcı hakkında konuşmak için fazlasıyla erken. Gelecek ay oynayacağımız Romanya ve Macaristan maçları sonrası hem oyunumuzu hem de bu maçlar sonucu alınacak veya kaybedilecek puanlar sonrası grupdaki şansımızı çok daha iyi göreceğiz.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Yine Mi Duran Top ?


Türkiye A Milli Futbol takımımız 2014 Dünya Kupası Eleme maçlarına Hollanda mağlubiyetiyle oyun anlamında olumlu da olsa puan ve skor anlamında kötü bir başlangıç yaptı. Bu maçın detaylarını ve yeni milli takımın futbolunu Salı günkü Estonya maçından sonra daha doğru bir şekilde değerlendireceğim ancak öncesinde çok daha basit ama ülke futbolu için bir o kadar da önemli olan bir konuya, Türk Futbolundaki duran top sıkıntısına değineceğim.




Ülke futbolunun özellikle 2000’li yıllardan sonra gelişmeye başlayıp pek çok konudaki eksiklerini gidermesiyle kendini açıkça göstermeye başlayan bir sorun. Gerek milli maçlarda olsun gerekse kulüp takımlarının Avrupa arenasındaki maçlarında olsun rakip takım ne zaman bir korner, frikik veya bir hava topu organizasyonu gerçekleştirse ülkece hop oturup hop kalkıyor, golü yiyeceğimizi öngörüyoruz. Korkularımız da boşa çıkmıyor çoğu zaman. Bu durumun en güzel örneğini daha dünkü Hollanda maçında açıkça gördük. Deplasmanda böylesine güçlü bir rakibe karşı iyi başladığımız ve galibiyeti kovaladığımız bir maçta yine basit bir duran top organizasyonuyla golü yedik ve maçı da bu şekilde kaybettik. Özellikle dünkü maç gibi iyi oynadığımız karşılaşmalarda bu çeşit rakip açısından basit ve sürpriz olacak gollerle pek çok zaman galibiyeti kaçırdık. Bu durumun örnekleri saymakla bitmez. Euro 2012 elemelerinde içerde oynadığımız bir Belçika maçı vardı. Kendi sahamızda ikincilik açısından en önemli rakibimizle oynuyorduk ve Belçika pozisyon açısından deplasmanda oynamanın da verdiği dezavantajla pozisyon üretmekte zorlanıyordu. Ancak 2 seferde de Van Buyten’le kornerden bulduğu goller rakibin sürekli olarak oyunda kalmasına ve bizi zorlamasına sebep oldu. Goller o kadar basitti ki anlatırken bile bazen komik geliyor. Rakip Belçika, deplasmanda oynuyorlar, pozisyon açısından yoksunlar, korner oluyor, takımın kornerlerde en önemli gol silahı 1.97 boyundaki stoperleri geliyor, ne onu tutan ve önlem alan biri var ne de alan savunması yapan bir takım. Böylece Van Buyten kornerden iki tane gol atmış oluyor.



Bu örnekleri vermemin sebebi de hem galip geldiğimiz hem de mağlup olduğumuz maçlarda yediğimiz gollerin genellikle duran top olması bu durumun açıkça teknik açıdan en ağır sıkıntımız olduğunu göstermekte. Durumun en acı noktası ise yıllardır milli takımın başına geçen hiçbir teknik direktörün bu konuda önemli adımlar atmaması duran topların ülke futbolu için artık adeta genetik bir sorun haline gelmesine yol açtı. Yetenekten ziyade sadece iyi bir çalışma ve doğru bir taktik antremanı gerektiren ve çok kısa sürede değil ama zaman içinde düzeltilebilecek olan bu sorununun git gide daha ağır bir hal alması teknik direktörlerin bu konuda pek de bir şey yapmadıklarını göstermekte. Her yeni teknik direktör milli takım için yeni bir başlangıç yapmaya kalkıp bir değişim içine giriyor ve tabi ki bir diğer önemli sorun hatta temel sorunlarımızın başında gelen altyapı yetersizliğimizi çözmeye çalışıyor. Bu tabi ki yapılması gereken bir şey ama taktik açıdan böylesine basit ve gözle görülür bir hale gelen duran top zafiyetimizin çözülmemesi birçok teknik direktörün de planlarını mahvediyor.

Kornerler, frikikler futbolun içinde olan bir şey ve bu tarz pozisyonlardan gol yemek tabi ki çok doğal ama bu gollerin bu kadar bariz ve sayıca fazla olması ülke futbolu açısından fazlasıyla sıkıntılı bir durum oluşturuyor. Durum çok basit ve çözümü de kolay. Bir altyapı sıkıntısı gibi uzun vadeli girişimler ve çalışmalar yapmadan kolaylıkla üstesinden gelinebilir ama bu konuda hiçbir çalışma olmaması duran top organizasyonlarının ülke futbolunun kanayan yarası olma yolunda ilerlemesine yol açıyor. Bu durum çözülmezse daha pek çok iyi oynadığımız maçı kolay gollerle kaybeder, pek çok turnuvayı da yine evimizden seyretmek zorunda kalırız.


3 Eylül 2012 Pazartesi

Fırsatçı Golcü



Takvimlerin 2001 ‘i gösterdiği zaman Andrew Cole formundan iyice uzaklaşmış, Teddy Sheringham ise neredeyse yerini başka birine bırakma yaşını geçmişti bile. Solskjaer ‘in asla ilk tercih olamaması da hesaba katıldığında hamuru iyi bir forvet transferi Manchester United efsaneleri arasına ismini yazdırma adayı olabilirdi. Derken temmuz ayında PSV Eindhoven ‘dan 25 yaşındaki Van Nistelrooy transfer edildi. Taraftarlar büyük bir heyecanla ligin başlamasını ve belki de forvet yetiştirme konusundaki en iyi ülke olan Hollanda ‘dan yaptıkları transferin neler yapabileceğini görmeyi beklemeye koyuldular. Her şey tam da beklendiği gibi olmuştu ve Ruud geçirdiği üç harika sezonda toplam 68 lig, 28 Şampiyonlar Ligi golü kaydetmişti ki bu çok çok üst düzey bir performanstı. En azından tribünlerin “Ruud, Ruud, Ruud!!” diye kendinden geçmelerini sağlamıştı.

Rüya gibi geçen 3 sezonun ardından 19 yaşındaki Wayne Rooney Everton ‘dan transfer edilmişti. Bir önceki yıl dikkatleri üzerine çekmiş de olsa hem yaşı hem de Ruud ‘un performansı itibariyle forma şansı bulmasına pek ihtimal verilmiyordu. Belki de genç yetenek için tek yol olan olası bir sakatlık gerçekleşmişti. Nistelrooy yaşadığı sakatlık nedeniyle sadece 17 lig maçına çıkabilmişti. Bu durum Rooney ‘nin yolunu açmıştı ve tam da bu zamanlarda Türk futbolu ve dünya onu Fenerbahçe karşısında yaptığı hat-trick ile tanıdı çünkü o Şampiyonlar Ligi tarihinin hat-trick yapan en genç oyuncusu olmuştu. O tarihte giydiği formayı yaşadığı sakatlıklar haricinde neredeyse bir daha hiç çıkarmadı. Günümüzde dünyanın en komple golcülerinden biri olarak gösterilebilecek seviyeye Ferguson ‘un da katkılarıyla gelen süper yıldız takımıyla özdeşleşen isimlerinden biri konumuna geldi.

2012 yaz transfer dönemine geldiğimizde, belki de en fazla yankı uyandıran transfer gol kralı Robin van Persie ‘nin Manchester United ‘a geçmesidir. Hollandalı, dünyanın en iyilerinden olduğunu çoktan kanıtlamıştı. Takımdaki Rooney hegemonyasını sonlandırıp sonlandıramayacağı ve ya beraber mi oynayacakları kafalarda soru işareti oluşturmaya devam ederken benzer bir kaderle Rooney, ikinci hafta oynanan Fulham maçında bir sakatlık geçirdi. Bacağında 15cmlik bir yırtık oluşan yıldızın bir ay sahalardan uzak kalacağı açıklanmıştı ki bir hafta sonrasında van Persie Southampton karşında hat-trick yaparak takımını galibiyete taşıdı. Takımının her şeyi olan bir ismin, “her şeyi” olan bir takıma transferi ve sonrasındaki uyum ve maç temposu süreci her zaman tartışmalara sebebiyet verir ve sancılı geçer ancak yine bir sakatlık bu süreçte kararı veren unsur oldu. İki süper yıldızın beraber oynayacağı bir anlayışa geçilmesi artık çok daha rahattır çünkü belki de Robin ‘in de takıma alışabilmesi ve kendini kabul ettirmesi uzun bir dönem anlamına geliyordu.



Ruud van Nistelrooy ve Wayne Rooney Manchester United adına iki farklı döneme damga vuran isimlerdir. Kıyaslama yapmak hem zordur hem de çok gereksizdir çünkü takımları her ikisinden de olabildiğince fazla verim aldı tabi ki dünya futbolu da. En az Manu kadar büyük bir kulüp olan Arsenal ‘in Henry sonrası en büyük ismi diyebileceğimiz van Persie ‘nin Manchester ‘a alışma sürecinin tabiri caizse “iktidar kavgası” yaşanmadan geçilebilmesi ve ya en azından öyle geçecek gibi gözükmesi futbolseverler adına tam bir şölen vaat etmektedir.